Özdemir Asaf kimdir
Ben de birçoğunuz gibi onun en çok Lavinia şiirini sevdim. Sonra bir gün onun mizacıyla özdeşleşen, en çok bilinen şiirlerinden iki mısralık Jüri ile karşılaştım.
“Bütün renkler hızla kirleniyordu
Birinciliği beyaza verdiler.”
Şiirle tanıştığım ilk zamanlarda, sanırım ortaokul ikinci sınıftaydım, defterimin ilk sayfasına not etmiştim bu dizeleri. Şimdi anladığım kadar iyi anlayamıyordum; ama şu iki cümledeki derinliği hissedebiliyordum. Bu iki mısralık şiirin anlamsal gücü, yıllar içerisinde pek çok noktada Özdemir Asaf’ın referans gösterilmesine sebepti. Nasıl hissetmezdim…
Hepimizin günden güne kirleneceği şu dünyada, Özdemir Asaf pek ince, pek naif bir detaydı. İlk eşi Sabahat Hanım’ın onu anlattığı birkaç cümleyi de paylaşmak istiyorum:
"Şiirler yazıyor, çeviriler yapıyordu. Son derece kibar, zarif, çok şık bir gençti. Herkes poplin gömlek giyerken Özdemir, takım elbisesinin içine ipek ponje gömlek giyiyordu. Kol düğmeleri altın üzerine inci kakmalıydı. Sağ elinin yüzük parmağında tek taş altın bir yüzük, sol elinin küçük parmağında kemer biçiminde yakut taşlı bir yüzük vardı. Bu kadar şıktı."
İyi ki doğdun canım Özdemir Asaf!
Çocukluğu
Özdemir, 11 Haziran1923’te, Ankara’da, Hamdiye ve Mehmet Asaf çiftinin çocukları olarak dünyaya geldiğinde ailesi, ona, “Halit Özdemir Arun” adını verdi. Özdemir’in bir de ikizi vardı. Ancak onlar ayrı gün ikiziydiler. İkiz kız kardeşi Özgönül de 12 Haziran’da doğdu.
Mehmet Asaf Bey, Şûra-yı Devlet bugünkü karşılığı ile Danıştay’ın kurucularındandı. 1922’de Atatürk’ten, Mehmet Bey’e Ankara’ya gelmesini bildiren bir haber geldi. İstanbul’dan Ankara’ya böyle taşındılar. Çocukların doğumu da burada gerçekleşmiş oldu.
Hacıbayram’da bir konakta yaşıyorlardı. Ankara’daki yaşam 7 yıl sürdü. 1930’da, Mehmet Bey’in vefatı ile ailecek yeniden İstanbul’a döndüler. Atatürk, elini çekmedi üzerlerinden. İsmet İnönü’ye, ikizlerin bir okula yerleştirilmesi için talimat verdi. Soyadı Kanunu’na daha 4 yıl vardı. Hamdiye Hanım, Arun soyadını alacaktı. Şimdilik Özdemir okula, Özdemir Asaf olarak kaydoldu…
Eğitim hayatı
Eğitimine Galatasaray Lisesi’nin ilk kısmına girerek başlamıştı. 1941’de, 11. sınıfa başlayacağı zaman, bir ek sınava girerek Kabataş Erkek Lisesi’ne geçti ve buradan da 1942’de mezun oldu. Ardından yükseköğrenimi için önce Hukuk Fakültesi’ne, sonra da üçüncü sınıfa kadar İktisat Fakültesi ve bir yıl da Gazetecilik Fakültesi’ne devam etti. Ancak bir aşkın içine düşmüştü; eğitimini tamamlamadan bırakacaktı…
Bu arada eğitimi sırasında Tanin ve Zaman gazetelerinde çalışıyor, çeviriler yapıyordu. Bir süre sigorta prodüktörlüğü de yaptı.
Özdemir Asaf evlendi
Özdemir ile Sabahat ilk kez Hukuk Fakültesi’nde tanıştı; birinci sınıftalardı. Özdemir için ilk görüşte aşktı bu, eksiği mümkün değildi. Sabahat da kayıtsız değildi; ama daha çok mantığı ile hareket ediyordu. Henüz çok gençlerdi. Daha Özdemir’in askere gitmesi gerekecekti. İş desen o da yoktu. Babasını da üzmek istemiyordu. Hal böyle olunca ilk senenin sonunda okulu bıraktı. Özdemir her gün gözünün nuru Sabahat için her gün sınıfta yer tutuyor, yollarını gözlüyordu. Onun kapıdan girdiği her gün şenlik demekti. Sabahat okulu bırakınca, Özdemir’in de şenliği tükendi. İşte bu acıyla başladı mektuplarını yazmaya. Haftada üç mektup gönderiyor; ancak mektuplarına cevap alamıyordu. Sabahat mektupları okuyor, içleniyor; ama tek kelime etmiyordu…
Bu ayrılığa yüreği dayanmadı Özdemir’in. Hastalandı, ateşler içinde yatıyordu. İşte tam da bu anda sayıkladı aşkının adını. Böylece şimdi annesi ve teyzesi de şahidi olmuştu bu büyük aşkın. Oğullarının hali hal değildi. Sabahat’ı buldular, ailesine ulaştılar; ama ailesi okul bitmeden kızlarının evlenmesine karşıydı.
Sabahat okumaktan da uzaklaşamadı. Eğitimine Sultanahmet’teki İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde devam etmeye karar verdi. Uzaklaşınca Özdemir de unutur, vazgeçer sandı. Oysa onun aşkı daha da harlanıyordu. Gittiği okulu öğrenmiş, şimdi de kendi okulunu asıp buraya Sabahat’ı görmeye geliyordu. Babası daha fazla durmadı bu deli oğlanın aşkının önünde. Belli ki kızının da gönlü vardı…
Özdemir okulu bıraktı, evlendiler. Ardından da askerlik geldi. Mektuplar, aşklarının en güzel nişanesiydi. Özdemir, aşkına mektup yazmaktan hiç sıkılmadı. Şimdi artık “Sevgili Karıcığım” hitabıyla başlamanın mutluluğunu yaşıyordu.
Bu evlilik, onlara Seda adını verdikleri bir kız çocuğu getirdi. Seda, yıllar sonra babasının mektuplarına ulaşıp onları bir kitapta topladığında şöyle anlatacaktı küçüklüğünün gözünden babasını: “Babam arkadaşlarımın babaları gibi değildi. Saati saatine işine gidip gelen biri olmadı hiçbir zaman. Ben 11 yaşındayken babam beni bara götürüyordu. Onun hayatını biliyordum. Hiç şaşırtmıyordu beni çünkü hiçbir zaman gizli yaşamadı. Bazen annemi de alarak, tiyatroya veya sinemaya giderdik.”
Aslında aşk vardı; ama ikisinin yaşamı da, beklentileri de başkaydı. Sabahat Hanım’ın mantıklı yanı, sıradan mutlu bir ailede yaşama isteği, Özdemir’in başına buyruk yaşaması ile çatışıyordu. Sabahat Hanım’ın içindeki boşluk giderek büyüdü. Düzenli bir hayat isteğine karşı koyamıyordu. 1958 yılıydı. Özdemir’e, bir aylığına İsveç’e gideceğini söyledi ve gitti. Ama bu bir terk edişti. Aralarındaki her şey bitmişti. Sadece sevgi, öylece havada asılı duruyordu. Onlar birbirini çok seviyor; ama anlaşamıyordu. Çok geçmeden boşandılar. Seda 13 yaşındaydı. Tatsız bir ayrılık değildi ve Özdemir Asaf, bir süre daha mektuplarına devam etti…
Edebi yönü ve anıları
Özdemir’in ilk yazısı 1939’da, Servet-i Fünun – Uyanış Dergisi’nde yayımlandı. Karısı Sabahat Hanım’ın ailesinden kalan mirastan kendisine düşen payla da 1951’de, Cağaloğlu’nda, Molla Fenari Sokak’ta Sanat Basımevi’ni kurarak matbaacılığa başladı. 1955’te kurduğu Yuvarlak Masa Yayınları ile de kendi şiir kitaplarını basmaya başladı…
“Dünya Kaçtı Gözüme” adını verdiği ilk şiir kitabını da hiç zaman kaybetmeden 1955’te yayımladı. Heyecandan kabına sığamıyordu. O anı kızı Seda, şöyle anlatıyordu:
"Bir akşam elinde kitaplarıyla eve geldiğinde ortalığı matbaa mürekkebi kokusu sarmıştı. Annemle paketi açmalarını beklerken ilk kitabının yayınlanmasının babama verdiği heyecanı hissedememiştim. Bütün kitaplara karşı duyduğu derin saygıyla paketi açmış, okşarcasına tuttuğu kitabını anneme uzatmıştı. Çocukluğumun verdiği hırçın bir coşkuyla elimi uzatıyordum ki aynı sıcaklıkla bir tane de bana vermişti. Dünya Kaçtı Gözüme! Gülmüştüm. Kocaman bir dünya, göze nasıl kaçabilir ki!"
Özdemir, şiirlerini babasının adı Asaf’ı kullanarak yazıyordu. Dergilerde yayımlanan ilk şiirlerinde önce “Özdemir Özden” ismini kullandı bir süre. Sonra da Oktay Akbal’ın önerisiyle babasının adı Asaf’ı almış ve Özdemir Asaf olarak yaşamını sürdürecekti.
Bu konuda öyle çok anısı vardı ki… Kuşkusuz onu en kızdıranı basımevini açacağı sırada işlemler için gittiği vergi dairesinde yaşadığıydı. Vergi dairesinde görevli memur, Özdemir’e, adını soyadını sordu. Özdemir, “Halit Özdemiğ Ağun” şeklinde adını söyledi. Evet, Özdemir, “r” harflerini telaffuz edemiyordu.
Özdemir bilinen, duyulan bir isimdi. Haliyle memur bilineni algıladı. Ancak soyadı için aynı şey geçerli değildi. Özdemir, önünde duran bankonun üzerinden başını sarkıttı ve memurun kağıda yazdığı ismi okudu: Halit Özdemir Ağun!
“Soyadımı yanlış yazdınız, doğğusu Ağun” diye düzeltmek istediğinde ise, bir anlaşmazlık çıktı ortaya. Memur anlamsızca yüzüne bakarak “Evet, Ağun” dediğinde, Özdemir ilk seferde sakince “Ağğun” diye vurgulayarak söylemeyi denedi. Ancak memur daha da üsteleyerek “Beyefendi anladım, Ağun” dediğinde bu kez sakin kalamadı ve cebinden kalemini kağıdını çıkarıp koca koca puntolarla “ARUN” yazdı. Bunun yanında r’lerin üstüne basa basa ve yüksek sesle okumayı da ihmal etmedi: AĞĞĞUN!
Şiirlerine dönecek olursak Özdemir, ilk şiirlerini ikilikler ve dörtlükler şeklinde yazdı. Yoğun bir söyleyiş özelliği ile dikkat çekiyordu. Kendi şiir evreninde teması genellikle insan-toplum ilişkilerini işliyordu. İnsan ilişkilerinde bireysel ve toplumsal ögeleri, sen-ben ikilemi ile yansıtıyordu. Şiirlerindeki göze çarpan ögeler ise, çokça duygu ve düşünce yoğunluğu olmasının yanında, alay ve taşlamaydı. Özdemir Asaf, şiirin muhakkak bir anlam ve görüş yansıtması gerektiğini düşünüyordu. Geleneksel Türk Şiirini, Batı Şiiri ile bir araya getirerek sanatını kişiselleştirip, zenginleşti…
Özdemir Asaf, söz konusu şiir olduğunda şiir adına herhangi bir arayıştan uzakta, bambaşka bir yerdeydi. O zamandan bağımsız bir şair olarak anıldı. En az sözcükle kocaman duyguları anlatıyordu. Şiir yazarken yaşı yoktu, bulunduğu zaman yoktu. Ancak bunların hepsi o öldükten sonra fark edilecekti. Nedendir bilinmez yaşadığı süreçte ona karşı hep bir mesafe vardı şiir dünyasında. Nihayet anlaşılacaktı…
Özdemir Asaf’ın şiire bakışında, anlayışında kafası netti. Kendisini şiir konusunda şöyle tanımlıyordu:
"Yaşadığımı şiirlerimde en yoğun yönleriyle, en kesin sandığım biçimlerde, en kısa olduğuna inandığım ölçülerle verdim, veriyorum, vereceğim."
Şairliğinin yanında bir yandan da çevirmenlik yapıyordu. Oscar Wilde’in “Reading Zindanı Baladı”nı Türkçeye o kazandırdı. Bu kitabın ülkemizde popülerleşmesi için ise, uzun bir zaman gerekiyordu. Yıllar sonra Tuncel Kurtiz, Ezel dizisinde “Herkes öldürür sevdiğini” bölümünü okuduğunda tanınacaktı…
Oğlu Gün Arun, şairliği ve şiirleri üzerinden babasının kişiliğini şöyle yorumluyordu:
“Bana öyle geliyor ki, babam şair olduğu için farklı değildi. Farklı olduğu için öylesine şiirler, epigramlar, yazılar yazmış ve alışılmadık bir baba olmuştu herhalde. Duygusal yerine duygu dolu, düşünceli, anlamlı demek daha doğru olacak. Şimdi geriye baktığımda karmaşık değil, dolu ve zengin bir ruh, düşünceyle beslenen, açık görüşlü, bilge bir adam görüyorum. Tabii ki başarısızlıkları, kırgınlıkları, üzüntüleri de vardı mutlaka.”
Kızı Seda’nın ise babasının şair yanıyla ilgili şöyle bir anısı vardı. Kendi cümlelerinden okuyalım:
“Birinci sınıfa başladığım gün, öğretmen “şiir bilenler parmak kaldırsın” dediğinde ben de parmak kaldırdım. Benden önce kalkanlar ya Atatürk, ya bayram ya da anne şiirleri okudular alkışlar eşliğinde. Sıra bana geldiğinde siyah rugan ayakkabılarımın gıcırtıları eşliğinde heyecanla tahtaya kalkıp o küçücük yaşımda evdeki toplantılarda sık sık okunan ve bu yüzden ezberlediğim babamın bir şiirini okudum; ama şiir bittiğinde alkış değil derin bir sessizlik doldurdu sınıfı. Ve sonra öğretmenin, “Sen bu şiiri nereden biliyorsun, kim ezberletti bu şiiri, kimin şiiri bu?” diye art arda soruları sıraladı…
– Babamın.
– Baban ne iş yapıyor?
– Matbaacı.
– Babana söyle, yarın okula gelsin.
Akşam eve gider gitmez olanları anlattım babama ve beklediğim gibi bir yanıt aldım babamdan… Evet, sessizce dinledi ve güldü, yalnızca güldü… Uzun saçları, gür bıyıkları, siyah beresi, bakışlarındaki ışıltısı, r’leri söyleyemeyişi onu arkadaşlarımın babalarından ayırıyordu. Babamın Özdemir Asaf olduğunu öğrenmem için ilk kitabının basılmasını beklemem gerektiğini o günlerde bilmiyordum.”
Seda’nın okuduğu şiir ise şuydu:
“Ölebilirim genç yaşımda,
En güzel şiirlerimi söylemeden götürebilirim.
Şimdi kavak yelleri esiyorken başımda,
Sevgilim,
Seni bir akşamüstü düşündürebilirim.”
Sonra Özdemir Asaf’ın kitapları basıldı, şiirleri ezber edildi…
Ölüm çiçeği Lavinia
Şimdi şiirlerinden bahsedince de kimin aklına gelmez ki Lavinia. O zaman hemen onun hikâyesinden de bahsedelim…
Lavinia, muhteşem güzellikte zarif bir çiçek; diğer bir deyişle ölüm çiçeği anlamında kullanılıyor. Ayrıca hayalimdeki muhteşem sevgili anlamına da geliyor. Kuşkusuz Özdemir Asaf’ı çeken yanı da bu olmuştu…
Özdemir Asaf, Lavinia’yı okul yıllarında aşık olduğu bir kız için yazmıştı. Aşkı platonikti. Lavinia, onun karşılıksız aşkının hikâyesiydi. Şiirini, daha sonra bir yarışmaya gönderdi ve derece aldı. Birinciliğe layık görülen Lavinia, nihayetinde yaşayan bir şiirdi…
Bundan sonrası için şöyle bir rivayet var: Sonuçlar açıklandığı sırada Özdemir Asaf’tan, Lavinia’yı kürsüde okuması istenmişti. Bu teklifi geri çevirmeyen Özdemir Asaf, kürsüde şiirini okurken Lavinia diye seslendiği platonik aşkı da salondaki misafirler arasındaydı ve Lavinia, salonu terk etmişti. Kalbi bin parçaya dağılan Özdemir Asaf, Lavinia’yı hapsettiği şiirinde bıraktı ve ona asla duygularını açmadı…
Duygusundan da evveline gidince bir hikâyesi daha var aslında Lavinia’nın. Evet, bin bir duygu ile yazılmış; ama bir de liseden kalma kırıklık var içinde Özdemir’in. Galatasaray Lisesi’nde okuduğu zamanlardan kalma bir anı. Kendisinin o r’leri söyleyemeyen tatlı anlatımından okuyalım:
“Lisede Edebiyat Hocamız İsmail Habib Sevük idi. Sınıfta heğkese şiiğ okutuğ, sığa bana gelince, atlayıp yanımdakine geçeğdi.
Biğ gün değste pağmak kaldığdım ve ‘Hocam’ dedim “Sınıfta heğkese şiiğ okutuyoğsunuz, bana niçin okutmuyoğsunuz?
İsmail Hoca, bu soğuma şu cevabı veğdi: “Oğlum Özdemiğ sen, şiiğ değil, şiiğin canına okuyoğsun.”
Oysa o, Özdemir Asaf olacaktı. Lavinia’yı yazdığında matinelerinde en sevilen şiiriydi ve en muntazam biçimde bu şiiri okuyordu. Çünkü Lavinia’nın son dörtlüğünde hiç “r” harfi yoktu…
(Mevhibe Meziyet Beyat)
Peki kimdi bu Lavinia, biliyor musunuz? Özdemri Asaf’ın tutkulu aşkı Lavinia, Mevhibe Meziyet Beyat’tı. Onun aşkı gerçekten de karşılıksızdı. Çünkü Mevhibe’nin gönlünde ressam olan hocası Edip Hakkı Köseoğlu vardı. Hikâyenin bir yerinde bir de gazeteci İlhan Selçuk’un adı geçiyordu Mevhibe için. Ancak o yıllarda Selçuk, öylesine hızlı bir hayat yaşıyordu ki, o da Mevhibe’ye göre biri değildi.
Daha pek çok hikâyenin kahramanı olan Mevhibe, sonunda oyuncu Öztürk Serengil ile evlendi. Ancak onunla da uzun soluklu bir evlilik yürütemedi…
Mevhibe, göründüğü üzere çevresinde dikkat çeken, güzelliği dillere destan, ilk bakışta gözden kaçırılmayacak kadar özel bir kadınmış. Yakın dostlarından Melda Kaptana, bir yandan da Mevhibe için şöyle bir açıklama getirmiş:
“Öylesine özel ve farklı bir kadındı ki, kitap yazsanız yetmez.”
Mevhibe’ye duyulan bu ilginin sadece güzelliği için olmadığını ise şöyle dile getirmiş:
“Korkunç bir sezgi gücü vardı Mevhibe’nin. Yüzünüze bakar bakmaz, sizi tanır, anlar, ruhunuzun en derin köşelerine kadar kavrardı. Küçücük bir bakıştan, mimikten, jestten tüm karakter haritanızı çıkarabilirdi. Özdemir Asaf bu yüzden ona ‘Öldürmekten daha beter anlıyorsun insanı’ demişti. Çok keskin gözleri vardı.”
Bu açıklamaları yapan Melda Hanım, “Ben Bir Bizans Bahçesinde Büyüdüm” adını verdiği kitabının bir yerinde de Mevhibe’den şöyle bahsediyordu:
“İlhan Selçuk"a 14 Şubat Sevgililer Günü yazısı yazdıran Lavinia ona uzaktan uzağa aşık olan Oktay Akbal"ın bir hikayesindeki Hisya"ydı aynı zamanda. Laleli"de Harikzadegan Apartmanları"nın kapısında buluşup konuşan delikanlıların Violetta"sıydı.
O sıralarda ünlü olan bir tangonun adıydı bu ve delikanlılar, Mevhibe onlara gülümseyerek geçerken ıslıkla bu melodiyi çalardı.
Mevhibe Beyat, Güzel Sanatlar Akademisi"nde okurken mimar arkadaşları ona Gilda diye seslenirdi. Rita Hayworth"un o yıllarda büyük beğeni kazanan "Gilda" filminden mülhem... Kızılkahve rengi, iri dalgalı, parlak ve çok güzel saçları vardı. Adalet Cimcoz da Marilyn Monroe"ya benzettiği için onu "Marlin" diye çağırırdı. Güzelliğini hiç önemsemezdi. Zaten insan sıcaklığı, insanlara anlayarak yaklaşması ve sezgisi, güzelliğinin üstündeydi.”
Velhasıl, Özdemir Asaf ve Mevhibe Hanım hiçbir zaman bir araya gelmedi. Aşkın başlamadan güzel olduğu, platonik duyguların tadına varıldığı bir duyguydu zamanda asılı kalan. Nihayetinde Özdemir Asaf’a da işte dillere dolanan bir şarkıya dönüşen şiiri, Lavinia’yı yazdırdı...
Bazen karşılıksız diye iç yakan duygularımız nasıl da nicesinden değerli değil mi? O zaman şiirin tamamını okumadan olmaz…
Sana gitme demeyeceğim.
Üşüyorsun ceketimi al.
Günün en güzel saatleri bunlar.
Yanımda kal.
Sana gitme demeyeceğim.
Gene de sen bilirsin.
Yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim,
İncinirsin.
Sana gitme demeyeceğim,
Ama gitme, Lavinia.
Adını gizleyeceğim
Sen de bilme, Lavinia.
Özdemir Asaf tekrar evlendi
Yıldız Moran, Türkiye’nin akademi eğitimi almış ilk kadın fotoğrafçısıydı. İngiltere’de bir sergi açtığında 25 fotoğrafı satılınca, Türkiye’de de kendisini değerlendirmek istedi. Ancak işler düşündüğü gibi ilerlemedi ve Yıldız da, fotoğraflarını yılbaşı kartı olarak bastırıp satmaya karar verdi. İşte Özdemir ve Yıldız’ın tanışması bu karar ile oldu. Tanışmalarını Yıldız Hanım şöyle anlatıyordu:
"İş konuşmak için Özdemir Asaf'ın matbaasına gittim. Tarihini de verebilirim tanışmamızın; 4 Kasım 1954, saat 11.00. Kelimelerle dile getirmek zor. Duygulu, kibar, hiç görülmemiş ve bir daha göremeyeceğim bir insandı Özdemir Asaf. Pırıl pırıl bir zeka, renkli, yepyeni, bambaşka bir dünyaydı o. Olağanüstü bir insandı kısacası..."
Özdemir ve Yıldız, 1962’de evlendi… Bu evlilikten Gün, Olgun ve Etkin adında üç oğulları oldu.
Onlarınki şiir olacak, kitaplaşacak şekilde yaşanan derin aşklardandı. Özdemir Asaf, ilk eşi Sabahat Hanım ile de ikinci eşi Yıldız Hanım ile de derin duyguların hakim olduğu zamanlar yaşadı. Sabahat Hanım ile kızları Seda, onları şöyle yorumluyordu:
“Şimdiki gibi dün aşık oldum yarın bir daha aşık oluyorum gibi bir durum yoktu. Babamın anneme olan aşkı hiçbir zaman bitmedi. Yıldızla olan aşkı da bitmedi. Bu aşklar sadece gönül eğlendirme veya gününü gün etmek gibi bir duygu değildi. Birde sanatçı kişilik içine girince işte şiirler ve kitaplar çıkmış.”
Özdemir Asaf, eş ve şair olmanın yanında bir de iyi bir babaydı. O sıcacık anılarından, kurulan şu cümlelerden de açıkça anlaşılıyor aslında. Oğlu Gün de, babasıyla paylaştığı zamanları şu cümlelerle anlatıyordu:
"'Babaaaa...' diye koşar, atlardık kollarına babam eve geldiğinde. Üzerine biraz tırmanır, o günkü heyecanlarımızı anlatır, endişe ve sorularımızı iletirdik. Konuşurduk... Dinlerdik... Kısa belki ama genellikle yoğun, her zaman karşılıklı sevgi ve saygıyla içten sohbetler... Sonrasında babam ceplerinden birine elini daldırır, bizler için getirdiği fındıkları, fıstıkları çıkarırdı. Kimi zaman iki üç simit... Bir gün, yavru bir kedi... Onların aralarında ya da başka bir cepte; peçeteler, kâğıtlar, şiirler, belki bir iki tercüme, düşünceler, an ve anılar..."
(1955 - Yıldız Moran tarafından çekilmiş fotoğrafı)
Hakkında bilgiler ve bir anı daha
Birçok edebiyatçının yolu nedendir bilinmez futboldan geçiyor. Özdemir de onlardan biriydi. Onun futbol tutkusu zamanla unutulanlar arasına girse de, Özdemir Asaf, Galatasaray’dan ayrılan bir grup tarafından kurulan Güneş Spor Kulübü’nde bir dönem oynadı. Ayrıca eski kaynaklara göre, Özdemir Asaf’ın, Fenerbahçe ile yapılan bir maçta Fenerbahçe’nin efsane isimlerinden Boncuk Ömer ile çarpışarak sakatlandığı da biliniyordu…
Bunun yanında bir de oyunculuğu deneyimledi Özdemir Asaf. Yönetmen koltuğunda Orhan Erçin’in oturduğu 1955 yapımı Uçan Daireler İstanbul’da filminde, gazete patronunu canlandırdı. O yıllarda Edirne’de görüldüğü iddia edilen uçan daireler üzerine çekilen bu filmde, bir gazetenin UFO’nun peşine düşmesi anlatılıyordu…
Özdemir Asaf, 1962’de Mehmet Ali Aybar’ın öncülüğünde kurulan Temel Hakları Yaşatma Derneği’nin kurucularındandı. 1971’de de, Bebek’te, bir restoran açmıştı. Özdemir Asaf’ın yeri olarak nam salan, duvarlarını tabloların, şiirlerin, fotoğrafların süslediği mekanda şair, hem sanatçı dostlarını hem de her meslekten insanı ağırlardı. Mekanın en ilgin aksesuarı ise, Şair Sennur Sezer’in aktarımına göre, üzerinde sadece bir saniye ibresi bulunan, akrep ve yelkovanı olmayan bir saatti. Bir şairin bakışından ne kadar anlamlı değil mi?
Bir de sosyal medya da sıkça karşılaştığımız taksi hikâyesinden bahsetmeden olmaz değil mi? Yine matbaadan çıktığı bir gün Özdemir, Karaköy’e gitmek için taksiye bindi. Şoförün, “Neğeye biğadeğ?” sorusu üzerine bir an afallasa da, bozuntuya vermeden “Eminönü!” dedi. Aslında Karaköy’e gitmek istiyordu; ama r’leri söyleyemiyordu ve şimdi söylemeye kalksa şoför kendisiyle dalga geçtiğini zannedip üzülecekti. O ince düşünceli, naif yanıyla Eminönü’nde indi ve Karaköy’e kadar yürüdü…
Bir anısından daha bahsedelim. Sunay Akın, “Önce Çocuklar ve Kadınlar” adını verdiği kitabında yer vermişti bu tuhaf tesadüf anıya. 1979 yılında Özdemir Asaf, bir şiir matinesi sonrasında, gece yarısı hafif çakırkeyif eve dönmüştü. Evdekileri uyandırmak istemediğinden ayakkabılarını çıkardı ve kapı yerine pencereden girmeye karar verdi. Tam pencereden içeri adımını attığı an büyük bir gürültü koptu. O hengame de Özdemir Asaf da yere yuvarlandı. Tabii gürültüyle bütün ev ayaklandı. Özdemir Asaf, bunca gürültüyü kendisinin çıkardığını zannederek söylenmeye başlamıştı ki, bu korkunç gürültünün Boğaz’daki Independenta tankerinin patlamasından koptuğu anlaşıldı…
Özdemir Asaf öldü
Aralık 1980’de, Özdemir Asaf, hastalandı. Yapılan tetkiklerden sonra doktor, hastaneye yatmasını istedi. Ancak bir yandan da tedavisi mümkün değildi. Özdemir Asaf, akciğer kanseriydi. Bunu kendisi hariç herkes biliyordu. Ömrü artık Allah’ın takdirine kalmıştı. Doktorlar ellerinden geleni yapmış, sonra da ailesine eve götürmesini söylemişti.
Hastalığına, halsizliğine tezat Özdemir Asaf, hala naif ve andaydı. Tıpkı restoranda duvarda asılı saatin saniye ibresi gibi anlık. Gülüşünden, şakalarından eksik kalmıyordu. Hastanede eve dönerken “Bizim duğaktan tanıdık biğ taksici çağığın. Pisi pisine bir tğafik kazasında ölmeyeyim” demişti. Tıpkı yıllar önce şiirinde dediği gibi:
“Ölüm Allah’ın emri,
Trafik olmasaydı…”
O gün Bebek’teki evine sağ salim vardı. Ancak ömrü 28 Ocak 1981’e kadar vefa etti. 58 yaşındaydı…
Aşiyan Mezarlığı’na defnedilen cenazesinin ardından Can Yücel’in kaleminden Özdemir Asaf için Cenaze Dönüşü şiiri döküldü:
“Anlaşıldı bu
R'lerin intikamı
Onlar yuttu Özdemir Asaf'ı.”
Haldun Taner ise, Özdemir Asaf için şunları söylüyordu: “O şairden başka hiçbir şeye benzetilemezdi. Gençliğinden beri bakışından, duruşundan, yürüyüşünden ve özellikle düşünüşünden bohem, özgür, şair kişiliği kolaylıkla okunurdu. Onun kadar nezaketini ve akıl ölçüsünü bir an bile yitirmeyen başka insan tanımadım. nezaket Özdemir’in takısı değil özüydü…”
Şıklığın, zarifliğin, nezaketin diğer adı, en duygulu ezber ettiğimiz şiirlerin şairi, bir Özdemir Asaf geçti bu dünyadan…