Osman Kamacı

Osman Kamacı

Mail: osmankamaci@hotmail.com

Duygu Birlikteliği ve Değişmeyen Gerçek

Sabahın ilk ışıklarına gözlerimi açtığımda anlaşılmaz bir hüznün ve endişe baremi yüksek bir tedirginliğin eşiğindeydim. Saat’ler geçmesine rağmen o anlık duygu karmaşasının çemberinde dolaşıp duran bir çaresizden farksızdım.  Bu huzursuz edici durumun nedenini anlamam için tek seçenek, bilgilerin saklandığı ve bir depo görevi gören hafızamdı. Zihnimin depolamaya değer gördüğü anıları tarayıp içinde işime yarayacak kısmını anımsayarak bugünkü mutsuzluğumun sebebini somut bir sonuca bağlamama yetebilirdi.

Hiçbir anlam veremediğim o duygusal kopuş, kimi zaman sebepli, sebepsiz savrulduğumuz kocaman bir boşluk olmuş olsa da, çözüme kavuşturulabilir olasılığı istatistiksel oran olarak her zaman daha fazladır. Ancak, savruk evreden düzenli evreye geçişte başarı sağlansa dahi, yaşanan travma’nın kalıcı etkilerinin bir süre daha bizimle yaşamaya devam edemeyeceğinin hiçbir garanti si olmaz. Steven Pinker’in de dediği gibi “Bizler büyük ölçüde hafızalarımızdan ibaretiz.” Evet, galiba belleğimde saklı kalan geçmişteki bilgileri taramış olmam işe yaramış ve görüntülerden flu’dan,  gri’ye doğru bir akış başlamıştı. Neden gergin ve stresli bir sabaha uyanmış olduğumla ilgili sebeplerin ilk belirtileri artık netliğe kavuşmak üzereydi. Belli bir   sıralamayla gittiğimde hiç şaşmıyor, hep aynı noktada takılıp kalıyordum. Ruhumda derin izler bırakan hadise bir gün önce yaşanan bir cinayetin sağduyulu vicdanları kanatan işleniş biçimiydi. O akşam haberleri dinlemek için Televizyon karşısına geçmiş ve pür dikkat kesilerek haber spikerinin masasının üzerinde sıraya koyduğu haber dolu beyaz sayfalara odaklanmıştım.  Spiker her haber saatin de olduğu gibi önce kendini tanıtma faslıyla başlıyor, sonra da ülkenin en fazla seyredilen haber kanalı olduklarından dem vurarak, güne damgasını vuran en önemli haberi tabela olarak açıklayarak ilk haberi vermeye başlıyordu. O gün yine benzer bir alışkanlıkla ilk sayfayı eline alarak haberi okumaya başlamıştı. Sakin, soğukkanlı ve adeta üç beş arkadaşıyla sohbet ediyor havasında denecek kadar deneyimli ve profesyoneldi.  Hem haberleri sırasıyla sunuyor, hem de sunduğu haberlere kişisel yorumlarını da katarak daha keyifli hale getirmenin gayreti içindeydi.  Eline aldığı her sayfa günün önemli gelişmelerinden derlenen, bazen ilginç, bazen komik, bazen düşündürücü ve bazen de dramatik haberlerle doluydu. İşinin gereği olarak profesyonelliğinden ödün vermiyor ve elinden geldikçe kısa yorumlarla haberlere farklı bir boyut kazandırarak sıradanlığın dışında bir sunum tarzıyla ekranda özgüven sergiliyordu. Sunmaya başladığı haberleri elde edilen görüntülerle destekleyerek kendine has üslubuyla seyirciye aktarmayı ihmal etmiyordu. O akşam haber akışı içinde sıra öyle bir habere gelmişti ki, bir baba olarak kahır azabı çekerek dağıldığım an, işte tam da o andı diyebilirim. Ben haberin sarsıcı etkisi altında duygusal krizlere yenik düşerken, o gayet soğukkanlı ve profesyonelce işini yapma odaklıydı.  Arada olayın failine lanetler yağdırsa da, sertleşen mimiklerinden başka hiçbir fiziksel değişim yansıtmıyor veya profesyonelliğinin gereği olarak bunu ekran karşısındaki milyonlara yansıtmamak için direniyordu. 

Ordu’da Cezaevi firarisi, sabıkalı hırsız, katil Özgür Arduç adında bir ruh hastası hayatında ilk kez gördüğü ve henüz daha hayatının baharında olan 20 yaşındaki balerin Ceren Özdemir'i evine kadar takip ederek apartman girişinde hunharca bıçaklayarak öldürmüştü. Olayın nasıl geliştiği konusunda detaylı bilgiler paylaşıldı ve hemen ardından olayın yaşandığı apartmanla ilgili görüntüler yayın akışına dâhil oldu. Bir yandan Cezaevi firarisi Özgür Arduç adlı psikopat katil’in iki polisi yaraladıktan sonra yakalanmış olduğunda kameraya yansıyan çirkin görüntüsü, diğer yandan hayatının en verimli çağında katledilen genç bir kız ve acılarıyla baş başa bırakılan ailesinin yangın yerine dönmüş yüreklerinden arşı alaya ulaşan feryatları. Anne ve babanın perişan çırpınışları boğazıma atılan bir yumruktan farksızdı. Nefes almakta zorlanmış, ilk defa gözyaşlarımı kontrol etmekte aciz kalmıştım. Onların acısını içselleştirmiş, duyguda birlikteliğin ruhunu yakalamıştım. Bunun etkisiyle olacak ki, geceyi zor etmiş ve sabaha bir enkaz gibi uyanarak hüzün deryasına saplanmıştım.   

Evin içinde huzursuzca dolaşmaya başlamadan önce telefonuma sarılarak kızımı aradım. O an büyük bir istekle sesini duymayı arzuladım. Diyaframından gelen ahenkli o titreşimlerin kulaklarımda uçuşmasını hissetmeliydim. Birkaç kere çaldıktan sonra nihayet telefonunu açmış ve o melodik sesler ahizeden yola çıkarak tüm anatomik sistemimde dolaşmaya başladığını hissetmiştim.  Sesindeki iniş çıkışlardan yola çıkarak mutlu ve sağlıklı olup olmadığını anlamam elbette mümkün değildi. Olsundu, o an sesini duymuş olmanın duygu dünyamda büyük dalgalanmalara neden olması ve bu dalgalanmaların etkisiyle içimi derin bir huzurun kaplıyor olması bile içine düştüğün bu vesveseden sıyrılmamı sağlamaya yetiyor da, artıyordu. Sağlıklı sesini duyuyor olmanın yanı sıra, söylemlerindeki özgüven ifade eden vurgular yapıyor olması endişe ve tedirginlik içinde kıvranan sinir uçlarımı yatıştırmaya yetmişti. Ses tonumda kendini ele veren uyumsuz vurgular bir şeylerin yolunda gitmediğini hissettirse de, değinmeden es geçti. Bununla da kalmadı ve baba kavramı yerine ‘’KANKA,, kavramını tercih ederek beni duygusallıkta erişebileceğim en üst noktaya taşımıştı. O gün kızımın huzur veren o sesiyle kaygılarımdan sıyrılmış, iyi ki hayatımızda varsın dedikten sonra telefonu kapatmıştım. Ancak şansın haberlere konu olan Ceren’in ailesi için hiçte bu kadar müsamahakâr olduğu söylenemezdi.

Bir şizofrenin katlettiği Ceren’in annesi Gülfem Özdemir ile babası Yılmaz Özdemir’in duygu dünyalarında yaşanan büyük kırılmaların sembolü olan o çığlıklar hiç dinmedi, dinmeyecek. Dinmeyecek, çünkü ateş yalnızca düştüğü yeri yakıyor.

Facebook Yorum

Yorum Yazın